30 Kasım 2016 Çarşamba

Ne işin var bu devirde senin...



Size de bazen oluyor mu ? Yok belkide size olmuyordur.

Hani hatunların uzun ipekten feraceleriyle gül bahçeleri arasında dolaştığı Osmanlı dönemi filmleri vardır ya. İfadeler zerafet yüklüdür, olaylar ağır ve aheste akar filan... O dönemler...
Bazen diyorum ki kesin o dönemlerin insanıyım ama bu devirde yaşamamamın tek nedeni kocaman bir imtihan. O dönemde herkesin daha mutlu olduğunu düşünüyorum. Daha sade ama daha mutlu...
Bazen durup kalıyorum ve bunu hissediyorum. Ne işim var bu devirde benim ?
Etrafta zombi gibi kişisel menfaatlerinin peşine düşmüş insanlara bakıyorum. Birbirlerinin etini yemek istercesine zombileşmiş canlılar bunlar. Stresli ve mutsuzlar ki artık gözüme gerçek birer zombi gibi görünmeye başlıyorlar. Diyorum ki, ne işim var bu devirde benim ? 

Geçenlerde bir tanıdığım da açık seçik "Artık senin neslin tükenmek üzere Bilge'cim" tespitini yapınca...

Neyse çok bunalık da yapmayayım. Bu “bunalık” kelimesini de ben buldum bu arada. Bunalımın bir iki tık daha sevimlisi oluyor kendisi.
İşte geçen gün evimin en sevdiğim köşesine(görseldeki köşeye) baktığımda  yine aynı şeyi düşündüm…  Yani babamın elli yıllık valizini becerikli bir mobilyacı aracılığıyla dönüştürdüğüm dekoratif sehpama baktığımda…


Hey yavrum hey Bilge… ne işin var bu devirde senin ? 


29 Kasım 2016 Salı

Her şey yerli yerinde...



Yağmurlu bir İzmir gününde;

Çiçeğim saksıda,

Kitabım elimde,

Yağmur damlaları tam istediğim gibi camın üzerinde,

Bulutların buğusu şehrin üstünde,

Yani her şey yerli yerinde...

O zaman ne duruyorum yazsam ya...



23 Kasım 2016 Çarşamba

İzmir


 Yaklaşık bir yıldır İzmir denen şu koca şehirde yaşıyorum. Aslında ufak ufak köylerden derme çatma kenarına da bir sahilden gerdanlık kondurma kelepir bir yer bu İzmir. Şu bahsettiğim sahil kesimin halkına göre Ege'nin incisi, diğerleri ancak merkeze ya da o sahile aktığında bir sahil kentinde yaşadıklarının ayrımına varıyor bence. Neyse bu konuda daha geniş çaplı bir değerlendirmeyi sonra yaparım belki.

 Gününü temizlikle geçirmiş orta zekada bir Türk hatunu olarak boyundan büyük akademik  bir kaç karşılaştırma yapıp uyuyacağım şimdi. Hemen uyumalıyım çünkü çok yoruldum.  Neleri mi karşılaştıracağım peki ? Hemen söyleyeyim. Şehir hayatı ile kırsal kesim hayatı arasındaki bir kaç farkı irdeleyip aristokrat bir şekilde uykuya ışınlanacağım müsaadenizle.

 En başta şehirde düzgün konuşmak çok önemli değil. Diyaloglarda sadece kısa yoldan laf sokmalar rağbet görüyor. Çünkü şehir insanı yorgun. Kalabalık zaten iflahını kesmiş. Paragraflara tahammülü yok. Az ve öz anlatırsan cansın. Senden alası yok. Kırsal kesim insanı ise dinlemeyi sever. Adım başı kahvehanedir mesela. Sohbetler uzadıkça uzasın istenir. Neden o ? Çünkü insan az. Laf az. Dolayısıyla söz kıymetli. Çok olsun , dinlenir...

 Diğer yandan şehirde kocalar eşlerine çok iyi davranmalarına rağmen yaranamıyor ama kırsalda tam tersi mesela. Kadınlar genelde yuvada yükü taşıyan rolünde ve erkekler şikayetçidir kırsalda. Bu kısmı şehrin en sevdiğim yanlarından biri oldu işte. Yalnız ben yine de şehir kadınının bu nankör tavrını benimseyemedim. Tam manasıyla şehir insanı olamadığım için halen belkide.

 Şehirde gün içinde oturduğun yerden başka bir semte gidip döneceğim demek gün boyu evden kopacaksın demek. Dönüş ancak akşama kısmetse. Çünkü trafik manyak gibi. İnsanlar zombi misali motorlu taşıtlarla güdümlü yaşıyor. Bir yolda ortalama bir hızla yarım saatten fazla yol almayı unut şehirde. Kırsalda ? Anlatmama gerek var mı ?

 Bir de temizlikçiliğe giden kadınlar var ya hani ? Şehirde bir gün ayarlayabilmek için işveren yalvarıyor ama kırsalda o da tam tersidir. Burdaki temizlikçi kadınlar işveren kadının hayatını kurtaracakmışcasına bir lütufla yalvar yakar razı ediliyor işe. Ama kırsalda burdaki fiyatların yarısına fit bir çok temizlikçi kadın zar zor iş bulabiliyor. Nedenini açıklamama gerek var mı ? Çünkü şehir kadını yorgun. Çalışsın ya da çalışmasın stresli ve gergin hatunlardan ibaret çoğu. Biraz olsun ev işinden firar edebilirse o yanına kar diye düşünüyor haliyle...

 Daha var daha var... Ama onları da ayrıca bir yazarım artık. Neyse şehir böyle... Ve değişim kaçınılmaz anladığım kadarıyla. Ama ben her zaman olduğu gibi içimde koccaman bir vahayı yemyeşil ve el değmemiş tutmakta kararlıyım. 
Sen istemezsen şehrin kasveti çökemez onun üstüne hacıı...



Müziğimi de şuraya koyayım. Ne alaka bilemedim ama bir Kafkas klasiği ile sonlandırayım bu yazıyı dedim. Ohh bloğum yeaa... Müziklerimi felam da paylaşırmışım. Hoşgelmişim. İyiki dönmüşüm :))

İyi geceler olsun dostlar... 




21 Kasım 2016 Pazartesi

Hz. Muhammed: Allah'ın elçisi


Hz. Muhammed : Allah'ın Elçisi filmi tüm patırtı gürültü arasında vizyona girdi. Meraklıları tarafından ilgiyle bekleniyordu ve bence gerekli rağbeti de gördü... Kimileri beğendi kimileri beğenmedi tabiki. Benim de filmi izleyen bir müslüman olarak bir yorumum oluştu elbette ama en sona bırakıyorum onu. 

Bu filmle ilgili olarak asıl söylemek istediğim şey başka. Müslümanlar sanat ve kültür alanında ne zaman kendi inançlarına yönelik bir şeyler yapmaya kalksa herkesten önce dindaşları tarafından negatif eleştiriye maruz kalıyor. Kimileri dini hassasiyet kisvesi altında  vurun abalıya tarzında ağzına geleni söylüyor. Müslüman olmayan insanların zaten bir yığın çekinceyle izledikleri film, müslümanları da memnun edemiyor velhasıl. Bu böyle devam ede ede zaman içinde, müslümanların sinema sanat ve kültür alanlarında yeni işler yapmak gibi bir heyecanı kalmıyor. En azından bu durumu ekarte edebilmek adına bu alanda yapılan işlere daha yapıcı eleştiriler getirmeyi tavır olarak benimsememiz gerek. Hem sesimizi diğer kesimlere daha akıcı kanallarla ulaştırmak hem de müslümanların bu alanlardaki gelişimini pozitif yönde kodlayabilmek adına buna ihtiyacımız çok fazla.

Bu vesileyle filmin yönetmeni Mecid Mecidi'yi en azından gösterdiği cesareti adına kutlayalım. Film çok uzun, herşeyden önce onu belirtmek lazım. 3 saatinizi sinema salonunda geçirmeyi göze almanız gerek giderken. Bu nedenle akşam yemek sonrası bu filme gitmek çok akıllıca değil. Daha dinç olduğunuz bir vakitte gitmenizi öneririm. Diğer yandan evrensel amaçlarla yapılmış bu filmde geleneksel figürleri daha arka planda görmeyi tercih edebilirdim. Kulağa kolay gelmiyor ama birileri bunu başarabilir bence. Çok eleştirilen Peygamber efendimiz (s.a.v) 'in cisim itibariyle lanse edilmesi hassasiyetine gelince ben filmi izlemiş biri olarak böyle bir tehlike olmadığını söyleyebilirim rahatlıkla. Sadece çocukluğunu arka profilden gördüğümüz sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) şu anda gözümde o şekilde canlanmadığını aklımda yanlış bir imgelemenin hasıl olmadığını söyleyebilirim. Çoğu kişinin de bu şekilde düşündüğünü tahmin ediyorum.

Filmi izlemenizi ise kesinlikle tavsiye ediyorum. Mutlaka vakit ayırılmalı...

Filmden sevdiğim bir parçayla kapatayım.

Selametle dostlar... 

20 Kasım 2016 Pazar

Ara bitti...


Cemil Meriç demiş ki , "İnsan zekası çevresinden tiksindiği için sanata ve felsefeye sığınır."

Yıllardır alıp durduğum "Neden blog yazıyorsun?" "Neden özelini google çöplüğüne açıp duruyorsun?" gibi soruların cevabı belki de bu sözde kilitleniyor.

Yazmak, sanatın en geniş hali. Seviyorum da yazmayı. Yazılanları okumayı da keza... 

Zaman içinde insanların iç yüzleri açığa çıktıkça, hayal kırıklıklarım üst üste dosyalar halinde yığınlar olup biriktikçe içimde yazmaya daha çok ihtiyaç duydum hep.

Yazdıkça düşünüyorsun tabi... Düşündükçe de yazıyorsun... Daha iyi yazmaya başladığında daha iyi düşünmeye başladığını anlıyorsun filan.

Neyse...Sözün akıbeti şu ki, çok iyi düşünemediğimi sandığım bir dönem yazmaya ara vermiştim. O ara bitti.

Yeniden başlıyoruz, hadi bakalım ;)

Şimdi şu Ahmet Kaya şarkısını dinleyin tamam mı ? 
Ne samimi değil mi şu şarkısında Ahmet Kaya ? 
Hep sonradan...diyor hep sonradan... Çok bilirim ben, şıp diye bilirim, hemencecik biliveririm demiyor. 
Hep sonradan diyor, hep sonradan gelir aklım başıma...
Keşke bu kadarcık  samimi olsa olabilse bu çağın dilleri.
Ama nerdee... 

Güzel akşamlar olsun dostlar...