31 Ocak 2014 Cuma

Bir izdivaç ?

Bugünkü konumuzz ; 


Bir izdivaç talebinin “yok artık!” dedirten klasikleşmiş modelleri :

Dini öğeleri referans alma ;
-Ben 5 yaşından beri namaz kılıyorum biliyo musun?
+Yapma ya.. çüşünüzz!

Bilinçaltına direkt etki;
-Sana layık olan kişi aslında benim gibi biri, sahiden bak …
+Bakayım, nereye ?

Nokta atışlı mahalle baskısı;
-Daha nereye kadar bekar kalacaksın ki hem , mutlu olmak senin de hakkın değil mi ama ?
+Onu bilemeyecek ne var,Allah’ın yazdığı yere kadar…  !

Melankolik figürlerin kullanımı ;
-Beni  beğenmiyo musun sen ?
+Like butonun nerde senin ?

Bildiğin koyuvermiş yalvarma  şeysi ;
-Bak  eğer  bana evet dersen  seni bi kere bile  üzersem Allah binbir türlü bel…
+Hadi ben gitiim, iyi bak kendine  …

Vesaire vesaire... Uzar gider bu diyaloglar...

Aslında her şey hızlı bi dansın adımları gibi , ayağa basmalar olmasa :P 

Bu dans böyle biraz ...

Tıpkı şu şarkıda olduğu gibi :)

30 Ocak 2014 Perşembe

Mukaddes'in Kahvesi-2



O birrr Tazekahve müptelası !

Hatta O birr Tazekahvenin müzüklerinin de ayrıca müptelası !

Bu yüzden de ikinci kahvesini paylaşmış bizimle.Yeniden bir şarkı hediye edebilelim diye kendisine.:)

Fotodaki tepsinin de kendi el emeği olması yüksek olasılıklı :)

Hanım hanımcıkk kişilikler albümümüzde "mukaddes" bir yerin var Mukaddes'cim senin :)


Çok teşekkürler edip senin için uygun gördüğüm ikinci hediyeyi pas ediyorum şimdi sana değerli blog dostum. 
Aa...  ama "pas ediyorum" hiç hanım hanımm bi ifade değil kii ? "Bizzat "takdim ediyorum" o halde efendim :)
Diyor ki sanatçı bu şarkısında : .... haberin yok yine , eyvah !

Güle güle dinle bakim ;))


Kahve şeysi ! Çifte kavrulmuş katılımlarla yoluna devam eder dostlar :) Yoksa siz hala katılmadınız mı ? :P

Herkeslere sevgiler ;))

28 Ocak 2014 Salı

Kahve Hikayelerim #5

Yeni bir hikayeyle merhaba hepinize dostlar ! :) 

2014 hayatıma fırtına gibi hızlı girdi açıkçası. Başladı başlayalı bi seyahatler bi yerinde duramamalar bi yeni yeni insanlarla tanışmalar  :) Bugün facebook duvarıma da yazdığım gibi bu yılı "yolculuklar yılı" ilan ediyorum kendimce. Hem içsel hem de fiziğimle yaptığım yolculukların yılı :) Hep istediğim bir  Venedik gezisi de bu yıla kısmettir inşaallah diye de ekliyorum ayrıca  :) Neden olmasın kii  ? 

Neyse yolculuklar devam eder ama yeni hikayelerin yazılmasına engel değildir bu. Hatta dere tepe dolaşırken yazmaktan daha da zevk aldığımı bile söyleyebilirim :) 

Bu hafta sizler için  hikayeme biraz melankoli serpiştirdim yine. Ee..  duygularınızla vahşice oynamaktan zevk alıyorsam ben ne yapabilirim ki ? : P  Neyse efendim gevezelik bir yana  şimdi   "busıness tıme" deyip yüksek gökdelenlerden birine çıkartıyorum  hepinizi. 

Siz hazır mısınız peki ? :)


2000’li yıllar…

Asansörden çıkmadan önce duvarı kaplayan  boydan aynaya son kez   bakıp yakasını düzeltti, jilet gibi ütülenmiş füme rengi  gömleğinin siyah taşlı kol düğmelerini sıkıştırdı. Saçları briyantinle arkaya doğru taranmış, takım elbisenin siyahına yakın bir canlılıkta parlıyordu.Beyaz cildi ve düzgün yüz hatlarıyla bir yöneticiden çok podyumdan fırlamış bir manken gibi görünüyordu. Aslına bakarsanız   Andy Garcıa’ nın  The Godfather  sinema serisindeki Vincent Mancini karakteri film setini bırakıp bu kente yerleşmiş, sonra da  bu şirketin genel müdürü  olarak çalışmaya başlamış sanabilirdiniz O’nu görünce …

Kentin  güney tarafını  tepeden gören otuz altıncı  kattaki şirket yönetim bölümüne  çıktığında  asansör kapısı açılır açılmaz hızlı adımlarla ofisine yöneldi.Karşısına çıkan bayan çalışanların  hayran bakışlarla kendisine gülümsemesi , erkek çalışanların ise ceketlerini ilikleyerek saygı duruşuna geçmeleri   her gün karşılaştığı şeylerdendi… Ofisinin önündeki konuk ağırlama  bölümünde  bulunan yönetici asistan kız ,  Kerim’i karşıdan görür görmez ayağa fırladı, masasının üzerindeki bloknotu eline aldı . Masasına yaklaşan Kerim’ e  yapmacık bir saygı ifadesiyle gülümseyerek “Hoşgeldiniz Kerim bey” dedi. Kerim tarafından geçiştirilmiş bir mimik işaretiyle karşılık aldıktan sonra konuşmaya başladı. Bu sırada Kerim önde o arkada ofise doğru yürüyorlardı.
-Efendim saat 10 da iş ortaklarınız aylık bütçe görüşmeleri için gelecekler. Saat 11 30 da birkaç gün önceden randevu verdiğimiz fakir öğrenciler yararına çalışan Gönülbağı  derneği yetkililerini kabul edeceksiniz. Öğleden sonra da yeni pazar kaynaklarını görüşmek üzere  Ar- ge bölümüyle konferans salonunda düzenlenen toplantıya katılacaksınız.

Asistan kızı  hızlı adımlar eşliğinde ve tepkisiz dinleyen Kerim ofisinin kapısına geldiklerinde kapıyı açıp içeri girdi. O esnada   arkasına dönüp “Masamda mı ?” diye sordu . Neyin sorulduğunu  hemen anlayan asistan “ Evet efendim, az önce bıraktım ve her zamanki gibi tek şekerli.” Diyerek kapıyı çekip dışarı çıktı. Ceketini çıkarıp askıya asan Kerim evrak çantasını masaya bıraktı. Döner koltuğuna otururken masasının üzerinde duran sıcak  nescafesini eline aldı. Başını koltuğun arkasına yaslayıp yönünü cam duvarların oraya döndü. Şehrin tüm manzarası ayaklarının altında sayılırdı. Her yeni iş gününe bu şekilde başlamayı alışkanlık haline getirmişti ve “tek şekerli  nescafe” sabahlarının terk edemediği bir  diğer alışkanlığıydı…
Bir önceki kış İsviçre’ye yaptığı  iş gezisinde ülkenin gözde mağazalarının  birinden aldığı cam üzerine yaldızlı motiflerin işlendiği  nescafe http://www.e-gurme.com/kahve/cozunebilir-kahve/bardağını ellerinin arasında yuvarlıyordu. Bir taraftan  kafasının içinde günün akışı başlamıştı bile. Tam o esnada çalan ofis  telefonunun  sesiyle masasına doğru döndü ve telefonda asistanın ışığının yandığını  gördü. Düğmeye bastı :
-Ne var ?
-Efendim , satış pazarlama kadrosunda geçen hafta oluşan boşluk için iş görüşmesine gelen biri var. İnsan kaynakları  son aşamada sizin görüşmenizi istemiş…
Diğer randevulara kadar bir miktar zamanı vardı ve kısa bir görüşmeye vakit ayırabileceğini düşündü.Nescafesini  masasına bırakırken telefonda kendisinden cevap bekleyen asistanına komut verdi :
-Gönder…

80’li yıllar…

Lisenin son yılı... 
Her gün akşamüzeri  ders bitiminin ardından evlerde buluşmayı alışkanlık haline getirmişti Teoman ve arkadaşları. Kendi aralarında iyi anlaşan bir gurup genç, okuldan birlikte çıkıyor ve çoğunlukla Teoman’ların evinde olmak üzere toplanıp müzik yapıyor , film izliyor , zamanın öne çıkan isimlerinden  bahsedip vakit  öldürüyorlardı. Teoman, içlerinde maddi durumu en iyi olan gençti ve onların evinde geçirilen her vakit bolca atıştırmalık ve bolca içecek demekti. Bu yüzden kendisini poh pohlayan genişçe bir arkadaş kesiminin  markajındaydı sürekli.
Okulun çıkış zilinin çalmasıyla ana kapıya  yönelen öğrenci selinin arasında Teoman ve arkadaşları  o gün yine kendi aralarında buluşma planı yapıyorlardı. 
-Hey Teo!  bugün yine sizdeymişiz doğru mu ! diye seslendi arkada kalmış öğrencilerden biri . 
Öndeki arkadaş gurubuyla ilerleyen Teoman, kendisine seslenen arkadaşına cevap vermek için döndü  baktı, -Evet bizdeyiz , bizi takip et ana kapıda buluşalım ! diye seslendi O’na.

Tam o esnada  sınıfın  en fakir en sessiz öğrencisine gözü ilişti.O ,kendi halinde sessiz sessiz yürüyordu.  Okula geleli birkaç ay olmuştu. Babası yoktu. Annesinin gündeliğe gittiği paralarla hayatlarını devam ettirdiklerini biliyordu. Derslerde sessiz olmasına karşın ders notlarının yüksek olması Teoman’ın dikkatini çekmişti. Başı önünde kimseyle konuşmadan yürüyen bu yeni arkadaşına sordu Teoman:
-Sen de bize katılmak ister misin ?

Kendisine sorulan soruya  inanamadı sorunun muhatabı. Çekimser bakışlarla etrafına bakındı. Kendisinden bahsedildiğine ihtimal vermez halde soruya başka birinin cevap vermesini bekledi. “Sana diyorum “ diye gözlerinin içine bakarak hedefi netleştirdi  Teoman. “Arkadaşlarla bizim evde biraz vakit geçireceğiz , sen de gel , biraz değişiklik iyi gelir.” Diyerek devam etti.Şaşkınlık içinde bakakalmış haldeyken nasıl olduysa “Peki” deyiverdi yeni öğrenci . Aslında böylesi toplantıları bırak, okulda bile çok fazla diyalog kurmaktan imtina ettiği bu kişilere neden hayır dememişti ki ? Hiç beklemediği bu teklife karşın hazırlamış olduğu cepte hazır bir bahanesi olmadığından belki.. Teoman yeni arkadaşına “ Hadi bizi takip et o halde “ diyerek çıkışa yöneldiğinde  yanındaki arkadaş gurubundan biri “O da mı bizimle geliyor ? “ diye sordu rahatsız olmuşcasına . “Evet” diye cevapladı Teoman. Tadı kaçmıştı soruyu soran arkadaşın. Tadı kaçan tek o değildi , diğer bazı arkadaşları ve daha da önemlisi bu sürpriz misafir de kendisine yönelik bu tavrı hissettiğinden tadı kaçanlar arasındaydı…

2000’li yıllar…

Kapının açılmasıyla içeri giren adam gözüne hiç yabancı gelmedi Kerim’in.Orta boylarda , saçlarının büyük bir kısmı dökülmüş ama cam gibi parlak gözleriyle tüm fiziğine rağmen farklı bir enerjisi vardı.Bakışları Kerim’in geçmişinden haberler getiriyor gibi aşina bakıyordu adeta. “ Buyrun geçin lütfen” diyerek  yer gösterdi  Kerim. Teşekkür ederek gösterilen koltuğa oturdu adam.

-Daha önce satış pazarlama tecrübeniz var mı ? diyerek konuya bir an önce girmek istedi Kerim.

-Kendi şirketimde satış pazarlama faaliyetlerini de bizzat ben yürütüyordum…diye söze başladı adam.  Bazı  kampanyalar ve etkinlikler yardımıyla satış grafiğinde kayda değer sıçramalar yaşamıştık.diye devam etti. 

-Güzel .. diye karşılık verdi Kerim. Sektör ? diye sordu sonra.

-Granül kahve / nescafe ticareti… diye cevap verdi adam.
-Bu arada ne içersiniz ? diye sordu.  “ Nescafe , az sütlü …” diye cevap verdi adam. Asistanına nescafeleri sipariş ettikten sonra iş görüşmesine dair diğer teknik soruları da hızlıca  ardı ardına sıraladı Kerim. Hepsini  de sade ve kısa anlatımlarla cevapladı muhatabı. İçeri giren görevlinin  elinde tek bir nescafe vardı. Tepsideki nescafeyi misafire servis  ettikten sonra Kerim’in masasındaki cam bardağı alan görevli bir süre sonra Kerim’in bardağını da nescafeyle dolu vaziyette geri getirdi.Yanında tek şeker vardı. 

-Sanırım bardağınızla aranızda bir sadakat anlaşması söz konusu .. diyerek gülümsedi adam Kerim’e.

Beklenmedik bu yorum önce şaşırttı Kerim’i. Karşısındaki sıcak gülümsemesiyle hiç de yabancı görünmeyen muhatabına: 
-Gençlikten kalma bir alışkanlık , cam dışında bir bardakta içemiyorum kahvemi. diyerek açıklama gereği duydu. Ve yine beklenmedik bir cevapla iyice şaşırdı  :
-Cam olmalı daima elindeki fincan, çünkü ne içtiğini görmeli insan.  
Kerim , bu cevapla lise yıllarına ışınlanmış gibi oldu ve bakakaldı bir süre. Bu sabahın  sürpriz konuğu kendisine gülümser şekilde bakmaya devam ediyordu. Bakışlarıyla Kerim’e anımsatamadığı kesişen  geçmişlerini son cümlesiyle hatırlatmış   gibiydi. Kerim nescafesini elinden bırakıp , tam olarak adamın gözlerinin içine baktı ve sordu :
-Adınız ne demiştiniz ?
-Teoman.

80 li yıllar…

O gün Teoman’ların evi, sürpriz misafir  fakir gencin gözüne saray gibi gelmişti. Hizmetçileri olan ve  giriş kapısıyla bahçe kapısı arasında bu kadar uzun mesafenin var olduğu bir eve ilk kez  konuk olarak geliyordu. Diğer gençlerin  ortama alışık olmaları, her zamanki züppe tavırlarıyla bol kahkahalı halleri ve istenmediğini belli ettikleri yeni misafirlerine iğneli sözleri O'nun  terledikçe terlemesine neden olmuştu. Sıkıntısı arttıkça buraya gelmeyi neden kabul ettiğini sorgulayıp duruyordu içinden.Ama nafile , olmuştu bir kere... 

Teoman , yeni arkadaşının sıkıldığını görünce O’nu biraz rahatlatmak adına “Gel sana evi gezdireyim biraz” diyerek ortamdan koparmak istedi. Balıklama atladı bu teklife bizim fakir genç. Pejmurde kılığı , omuzları düşük haliyle kös kös Teoman’nın peşine takıldı. Salonun ortasına inen ahşap oymalı merdivenlerden Teoman önde o arkada çıkarlarken alt kattaki  gençlerden biri arkalarından sesleniyordu :
-Bizi hiç böyle ev turuna çıkarmamıştın ama Teo ! Alacağın olsun bakalım…

Arkalarında gülüşmeleri bırakıp üst kata çıktı Teoman ve yeni arkadaşı. Teoman büyük ve kahverengi bir ahşap kapının önünde durup , arkadaşına döndü :
-Seni babamın kütüphanesiyle tanıştırayım ilk olarak. Aslında buraya girmemden pek hoşlanmaz ama ben O olmadığı zamanlarda sık sık bu odayı ziyaret ederim… diyerek hınzırca gülümsedi.

İçeri girdiklerinde tüm duvarı kaplamış onlarca kitabın raflardaki duruşuna hayran oldu yeni misafir. Onları hayran hayran süzerken Teoman babasının masasına geçti ve arkadaşına sordu “Nescafe içer misin ?” Olumlu yanıtın ardından duvar kenarındaki konsolun içinden  iki cam bardak çıkardı Teoman.Cam bardaklar gümüş işlemeli ve saplı yuvalar içine oturtulmuştu ve bizim çekimser konuk ilk kez bu kadar güzel bardaklar içinde nescafe içecekti belki de.  Diğer yandan anlatmaya devam ediyordu Teoman :
-Babam nescafe , granül kahve ticaretiyle uğraşır. O yüzden masasında daima biraz numune bulunur . Biliyor musun bu bardakları da geçtiğimiz yaz gittiği Malezya gezisinden dönüşte almış. Antika değeri varmış bunların. El işlemesiymiş sanırım. Ne zaman babamın odasına gelsem bunlarda nescafe içmeye bayılırım ama çoğu zaman babamın bundan pek haberi olmaz … diyerek ikinci hınzır gülüşü yaydı yüzüne.

Günün sürpriz konuğu , burada,  bu kütüphane odasında, tüm o alt kattaki sesler ve alaylı ifadelerden uzakta ,oldukça rahatlamıştı . Ayrıca Teoman da son derece samimi biriydi ve ilk kez bir sınıf arkadaşına bu kadar ısındığını hissediyordu. Oturduğu deri koltukta yavaşça sırtını geriye dayadı. Gözleriyle kitapları tek tek gezindi adeta. Günün birinde böylesi bir kütüphaneye sahip olmayı ne çok istediğini fark etti. Elindeki  gümüş saplı  antika bardaktaki nescafesine bakarak gülümsedi ve konuştu :
-Nescafeyi ilk kez bir cam bardakta içiyorum… Sanırım porselen olanlarına fazla alışmışız ..dedi gülümseyerek .”Sorma “ diye karşılık verdi Teoman . 
Yerinden kalkıp arkadaşının  yanına oturdu , bir eline aldığı nescafe bardağını havaya kaldırdı diğer eliyle arkadaşının sırtına hafifçe vururken yüksek bir sesle söyleyiverdi :
- Cam olmalı daima elindeki fincan, çünkü ne içtiğini görmeli insan ! Nasıl kafiye ama nasıl ?!  Gülüştüler ikisi de. Gülmeye devam ederken birden durdu Teoman  ve sordu :
-Peki ama  sen hala ismini söylemedin  bize , adın nedir senin  arkadaşım ?
-Kerim… Dedi fakir genç, cam bardağındaki nescafesinden bir yudum daha içerken ;
Kerim benim adım…

2000’li yıllar…

-Teoman sen misin gerçekten ?  diye ayağa fırladı Kerim coşkuyla … Sorduğu soru sadece formalite icabıydı . Biliyordu kesin O’ydu. Geçmişten akıp gelen bakışlar , o samimi gülümseyiş  ve nescafeyi cam bardak dışında bir bardaktan içemeyişine vesile olan o kafiyeli cümle…
-Benim ya . diyerek ayağa kalktı Teoman. Coşkuyla sarıldılar . “Senin başarılı olacağına yürekten inanıyordum dostum. “ dedi gururla Teoman.
 Lise yıllarından  , değişen hayatlarından , yılların kendilerine kattıkları  ve çaldıklarından uzun uzun muhabbet ettiler. Gazetelerden öğrenmişti Kerim’in başarısını Teoman. Ve babasının vefatından sonra başına geçtiği işlerin bir süre önce bazı talihsiz olaylar nedeniyle kötüye gitmesiyle Kerim’in kapısını çalması kaçınılmaz olmuştu. Nescafe ticaretiyle uğraştığı şirketi kapatmış ve iş arayışı içine girmişti çünkü. Hatta bir miktar da borç altındaydı ama Kerim’e bunlardan bahsetmek istemedi.Lise yıllarındaki sınıfında  kendisine gösterilen belki de tek sıcak  tavır Teoman’ın ki olmuştu ve o evin kütüphanesinde o antika bardaklarla içtikleri  “nescafe” hatırası aklından hiç çıkmamıştı. Ve o gün sonrasında da görüştükleri sürece  Teoman’ın yakın ilgisini hep yanında hissetmişti Kerim.

Kerim , O’nu dinledikten sonra hemen işe aldı Teoman’ı. Ufak bir araştırma yaptırdı.. Teoman’ın önemli denebilecek bir borç külfeti altında olduğunu öğrendi. Ayrıca bu borcu kapatmak amacıyla  babasına  ve eve ait bazı eşyalarını da müzayedede satışa verdiğini.. . Bunun da haberini aldı Kerim…

Günler sonra Teoman’ı arayan müzayede sorumlusu müzayedeye konulan çoğu eşyasının makul fiyatlarda gittiğini ama Malezya yapımı gümüş yuvalı  bir cam bardak takımının değerinin çok üstünde bir rakamla alıcı bulduğunun müjdesini veriyordu Teoman’a . İnanılır gibi değildi , bu rakam tüm borçları rahatlıkla karşılıyordu…
Soluğu Kerim’in ofisinde aldı Teoman.
Kapıda Teoman’ı heyecanlı halde ve  mutluluk içinde gören  Kerim  o anda masasında bir şeyler okumaktaydı.
-Sendin o değil mi ? diye sordu Teoman. Bardakları  alan sendin değil mi ?
Kerim önünde incelemekte olduğu dosyayı  kapattı , Teoman’ın içi gülen gözlerine aynı sıcak gülümsemeyle karşılık verirken ellerini iki yana havaya kaldırarak konuştu   :

-Ee sen de  bilirsin dostum… "Cam olmalı daima elindeki fincan, çünkü ne içtiğini görmeli insan…"


Yeni hikayelerde yine birlikte olmak dileğiyle dostlar ... 
  

27 Ocak 2014 Pazartesi

Furkan'ın Kahvesi :)


Furkan, hayatımda tanıdığım  en ilginç insanlardan biri... O'nu nasıl tanımlamalı ?

Bir çokgen prizması gibi ;  fazlasıyla boyut , fazlasıyla yön ,fazlasıyla  yüzey...

O bir kaşif ruh aslına bakarsanız . Araştırmayı keşfetmeyi yaşam zevki haline getirmiş . Şu kahve hikayemde anlattığım Selim' i hatırlıyor musunuz ? Furkan' ı tasvir eden ideal bir modeldir o mesela...

O fabrika ayarlarımla oynamaya başladı başlayalı... (yapıyor bunu zalimm :P)  
Benim de daha bir keşfedesim var dünyayı , kendimi , kalbimin derinliklerini ,aklımı, inandım dediklerimi ...
Sanıyorum Allah bana O'nun vesilesiyle şöyle demek istemiş olabilir :
"Hey Bilge ! Uyan bakalım , ruhun yosun tutmak üzere, kendine gel ve kendini güncelle !"
Her şeyi Allah daha iyi bilir tabiki yine de :)

Furkan böyle... Bugünlerde heyecanlı , askere gidiyor yakında... Biraz da asabi bir tarafı var , bu yüzden üstlerinden dayak yemesi  ya da kendi altlarına bol bol dayak atabilmesi gibi ortak  hayallerimiz var. 
Dedim size o ilginç biri diye :) 

Ve bakın kahvesini nerde, ne alemde, neler düşünürken içmiş Furkan kişisi :)


Az ötede sahilde martılar sürü halinde göç etmek için toplanmışlar... 
Ve ben kahvemin yanındaki vaktin geldiğini bana bildiren askerlik kağıtlarıma bakıyorum...
Martılara göçü bildiren mevsimken, bana birkaç satır yazı...
Herkese bildiği dilde yazılıyor demekki göç zamanı...

Evren okumak için yazılmış yazı ne de olsa...
Göç demişken; keşfetmenin eş anlamlısı. Başka yazıları okumak için...
Arif Furkan Deniz / 27.01.2014 / Bursa-Mudanya-Güzelyalı 


O aynı zamanda müzikle ilgilenir ve alttaki  kendi sesidir , söylediğine göre bize veda için cover yapmış :)




Ve biz de geleneksel müzüüğümüzü hediye edelim kendisine. Dinlemediği tür bilmediği şarkı yok haliyle "kaşif ruh" gereği...Ama yine adet olmuş bulup buşurup hediye edicez bir şeyler :)

Bu konuda iddialı değilim Furkan , mutlaka bildiğin bir şarkıdır bu ama güzel bir şarkıdır itiraf et... Kibarca kabul edip teşekkür etmeni bekliyorum senden :) Daha çok mu beklerim  ? :P



Sağ salim askere git gel Furkan , arkandan su dökme şeysini  gündeme getirmiştim ama "hurafe" olduğu konusunda beni fırçalayıp ağzıma tıktın her zamanki gibi . O halde dualarımız seninle diyorum ben de :)

Kahve şeysi , yeni yüzler yeni kahvelerle devam eder dostlar ! 

Bizi takibe devam edin ;) 

Gülşah'ın Kahvesi :)


An itibariyle evinde misafir olduğum yengem olur Gülşah hatun... 

Aramızda sadece 1 yaş fark olduğu için O'nunla diyaloğumuzun çekişmeli bir tansiyonu vardır her daim...

Birbirimizden çok farklıyız ama  ben severim O'nu aslında. Ne bileyim , yapmacık değildir , hamarattır , içi dışı birdir ve hepsinden daha da önemlisi harika börekler yapar  felam.. :)

Yeğenlerimin anası hem de boru mu yane ?! Pehh ! 

Neyse bir kaç gündür birlikteyiz ve keyifli kahve muhabbetlerimizin sonuncusunu hatunun muhalefetine rağmen fotolamayı başardım.  

"Ben sevmem öyle şeyleri !"  diye huysuzlandı epey ama benim karşımda ne kadar dayanabilir ki :P 

İşte Gülşah'ın kahvesi efem ! :)


Gülşah - Antalya /26.01.2014

Çok severmiş bu şarkıyı  o çoook ! Bugün laf arasında ağzından öğrenivermiştim ben :)  
O zaman hedaayesi olsun görümcesinden bir adet ! :)



 Kahve şeysine katıl dünya insanııı !!  diyerekten bağlayıvereceğim bu postu da efendim , uygun mudur ? 
On numaradır ! :)

Hade sevgiler olsun herkese  ! ;))

26 Ocak 2014 Pazar

Osman'ın Kahvesi :)

Osman , burdaki  bloğun sahibidir... 

Hüzünlü bir kalemi vardır , içli içli yazar bizi de üzer bazen :) 

Ama bir o kadar efendi , ölçülü , saygılı biridir ki üzmesine rağmen yine de göz atmak isteriz yazdıklarına..

Yazmak lanettir .. der O, ama ödül kıvamında kalemiyle hemhal olduğuna yürekten inanırız biz. 

Osman , 21. yüzyılda yaşar ama  bir 17. y.y. dervişinin ruhunu taşır... 

En nihayetinde bir kahve severdir de kendisi :) 

İşte bizimle paylaştığı kahvesi ve o anlardaki naif hissiyatı :)




"Usul usul yağan bir yağmurun, ruhlara getirdiği inşirahla, kalemle mürekkebin ezelden tanışıklığına istinaden, "Gel" diyorum...
Dost meclislerin vazgeçilmez mayisi eşliğinde, gel... 
Aramızı bozanlara inat, gönül kıranlara inat, ötekileştirenlere inat: Gel, ne olursan ol, yine gel..."
Osman Semerci/ Antalya/ 25.01.2014


Gel diye seslendiğin her kimse dönüp dolaşıp sana gelmesine duacıyız ve kalemin hiç durmasın diyoruz  Osman :)

Ve işte senin hediye şarkın ;) Bunu sever misin  peki ? :) 



Yoksa siz kahve şeysi bitti mi sandınız dostlar ? Yok öyle bir şey !  :) Bilmeyen duymayan kalmasın kahvelerinizi diye  yeni katılımlara her daim açığız ;) 

Sevgiyle kalın hepiniz  :) 

24 Ocak 2014 Cuma

Ayşegül'le felekten bir kaç saat ...

 Bir kaç gündür Antalya'da Akdeniz'in kış demlerini yudumluyıorum dostlar... 

Ilıman iklim , perçinlenen akrabalık ilişkileri ve tadından yenmez yeğenlerimle harika vakit geçiriyorum gerçekten elhamdülillah...

Daha da güzel bir şey olmaz mı bugün ?  Nedir o nedirr ? 

Antalya'lı sevgili blogcanım Birtutam kekik Ayşegül hatuncuğumla zar zor da olsa bir randevu ayarlamayalım mı ? 

Ayarlayalım tabee ayarlayalımm ! Ve ayarlandı  daa ! 

Allah'ım ne kadar tatlı kadınlar yaratıyorsun senn böylee  ?! 

  Bi Türkan Şoray ! Bi Nil Karaibrahimgil ! Bi  Marilyn Monroe!  Bi Bilgee !  : P 

Ve tanıdığım başka başka kadınlarla da "kadın" konusundaki  muhteşem imzanı sabitleştiriyorsun kafamda habire farkında mısın ?

Ayşegül de bu kadınlardan biri işte ; bi hanımefendilik ! bi ne yedirip içireceğini bilememezlik ! bi hediyeler bi hediyeler ! bi "Bilge senin Antalya daki tek kankan benimdir artıkınnn !" bağımlılığı oluşturmalar ! 

Ayşegülll  seni gördüğüme nasıl sevindimm ama nasılll ! :)))

Şimdi daha iyi anlıyorum ki virüs gibi yayılıyoruz biz sevgisi bol kepçe insanlar ;)) Ve aynı virüsü taşıyanları nerde olursa olsunlar arayıp bulup, kısa sürede kaynak yapıyoruz :) 

Lafın kısası ; Çok teşekkürler Ayşegül'cüm bu harika gün için tüm tatlılığın ve candan misafirperverliğin için ! 

İşte hatuncuğumun bana aldığı o güzelll hedaayeler , hepsi için tekrardan teşekkürler ! :))



Blogları sev insanlık ! Sosyal olll !  Hadi kıpırdaa ! ;))


Hatunlara öpücükler , beylere selamlar efendimm !  ;)

22 Ocak 2014 Çarşamba

Kahve Hikayelerim #4

Kendi yazdığım kahve hikayelerime dair aldığım  güzel reaksiyonlar  için herkese çok teşekkürler efendim... 

"Çok başarılı Bilge'cim, bence potansiyelini kesinlikle değerlendirmelisin." gibi rasyonel  olanlarından tutun da, 

"Yeaa Bilge  nerden aklına geliyo bunlaaarr kızım ya, sen normal misin be !"gibi şirin olanlarına kadar  bir sürü güzel tepki işte... 

"Beni de yazsana bi gün Bilgee  ?"  önerisinden de bir milyar  kadar biriktirdim, arşivde  beklemekte hepsi :) 

Ve bu hafta sizi peşimden sürükleyeceğim zaman dilimine  inanamayacaksınız , hadi vakit kaybetmeden beni takip edin  ;)) 


Zoi ve Koni…
Günümüzden  çok uzun yıllar evvelsinde yaşayan bir çiftti . O kadar uzun  ki ; hani  insanlar kıyafet olarak düzensiz kesilip biçilmiş deri parçalarını , “mesken” olarak da  soğuğa ve yırtıcı hayvanlara karşı yeterli güveni sağlayacak kadar derinlikteki mağaraları kullanırlardı... Bir espresso kahve makinesinin http://www.e-gurme.com/makine-ekipman/ hayal bile edilemediği  zamanlardan bahsediyoruz anlayabiliyor musunuz ?
En basit işlerden en büyüklerine kadar her  şeyin tamamıyle insan gücüne dayalı olduğu , çarkın sadece  kaba kuvvetle dönebildiği zamanlar… 
Erkeklerin sadece avcılıkla , kadınlarınsa erkeklerin getirdiği av etlerini  pişirip çocuk büyütmekle  meşgul oldukları zamanlar…
Yalnızca temel ihtiyaçların karşılanması esasına dayalı , “felsefe”nin henüz keşfedilmediği zamanlar …Felsefe istediği kadar olmasın, “duygu” vardı  ama o  dönemlerde yine de. 
Çünkü her insanın bir kalbi vardı ve hangi çağda yaşarsa yaşasın  o kalbin işleyişiyle espresso kahve makinesi  icadının çok  alakası yoktu aslına bakarsanız…Yoksa  Zoi  neden her  avlanma  dönüşü   sevgili Koni’sine gelirken, yolda  bulduğu güzel çiçekleri getirsindi ki …

Peki lisan ? Kendilerine özgü bir lisanı vardı tabi o dönem insanoğlunun . Ama biz büyüyü bozmamak adına olabildiğince az diyalog kullanacağız bu hikayede.

Zoi çiçekler getiredursun sevgili Koni’sine , bu hareket Koni için pek değer ifade etmiyordu  ne yazık ki . Koni isterdi ki hep  Zoi de diğer avcı erkekler gibi büyük avlar yakalasın , en güçlü erkek olduğunu ispatlasın  ve  diğer mağara kadınları tarafından bu konuda  alaya alınıp durmasın… Diğer yandan Zoi’nin de   ufak tefek şeyleri av olarak yakaladığı her av dönüşünde  öbür  avcı erkekler tarafından alaya alınması gerçeği vardı ki, bu da Koni’yi çok üzüyordu. Zoi’nin her av dönüşü mağaralarının önünde merakla  O’nun  yolunu gözler , büyük bir şeyler yakalayıp yakalamadığına bakardı ilk olarak Koni.

Sevimli bir mağara adamıydı Zoi. Diğer erkeklerin tercih ettikleri aslan ya da kaplan derisine inat koyu kahve bi ceylan derisi giyerdi hep. Üzerinde kalp şekline benzer lekeler vardı .Yakaladığı tek büyük sayılabilecek  avının derisiydi  o. Koni o gün çok mutlu olmuştu ve hatta yeni çıkan ufacık boynuzu  saçına takıvermişti toka olarak .O gün bu gündür kullanıyordu onu.  Uzun zaman önceydi, çok uzun… Zoi’nin böylesi büyük bir av yakalamasına yeniden ihtimal vermek çok zordu.Çünkü aksinin olması için kendisinin de bu konuda biraz  üzüntü  yaşaması gerekirdi her şeyden önce. Ama Zoi’de böyle bir ruh hali gözlemlemiyordu Koni  , belki de tüm sorun buydu.

O her av dönüşü;  bir elinde ufacık bir tavşan ya da keklik gibi ele avuca gelmez avı , diğer elinde mutlaka bir demet çiçek ve dudaklarında  o umusamaz ıslığıyla sallana sallana geliyordu eve. Koni dayanamıyordu buna … Zoi ile hiç konuşmuyor , çiçekleri alıp bir kenara atıyor , acele yenen yemekten sonra  kendine tahsis ettiği mağara duvarının oraya gidip kendince bir şeyler çizerek vaktini geçiriyordu. Çünkü duvarında geçirdiği vakit süresince Zoi’nin yüzünü daha az görebilirdi böylece. Çünkü bir espresso kahve makinesi icat edilmemişti o zamanlar henüz ve yemek sonrası taze kahve içme imkanları da yoktu mağara insanlarının. Zoi  ise arkasını dönmüş resmiyle ilgilenen Koni’ye sevgiyle bakarak uyuyakalırdı  her gece. Her haliyle severdi çünkü Koni’yi O.

O gün yine yorucu bir avlanma günü yaşamaşılardı Zoi ve arkadaşları . Bu kez koca bir bizonun peşine düşmüştü herkes ve sandıklarından daha büyük bir av olduğu için organize olmayı tercih etmişlerdi tüm erkekler. Kesici taşlar , birbirine perçinleyip  sağlamlaştırdıkları sarmaşıklar ve hızlı kararlarla hazırladıkları tuzaklar yardımıyla bizonu ele geçirmeyi başarmışlardı gün sonunda. Zoi  sevmiyordu böyle günleri… Belki de kimseden emir almayı sevmediği için ya da büyük hayvanların öldürülmesinin büyük acılara , küçüklerinkinin daha küçük acılara vesile olacağı gibi saçma inanışları  olduğundan belki… 
Sebebini bilemiyoruz ama, Zoi gün sonu  avladıkları  koca bizonun eti paylaştırılırken kimseyle tartışmadan payına düşeni alıp yola düştü. O’na sadece bizonun kalbini layık görmüşlerdi  arkadaşları. Payını verirken “Yine de  bir tavşandan daha besleyicidir  dostum” diyerek imalı imalı güldü erkeklerin lideri. Aldırmadı Zoi. 
Yola çıktığında gözü yine patikaların kenarlarında ağaç diplerindeydi. “Acaba bugün nasıl  değişik bir  çiçek götürsem Koni’ye “ derdindeydi  daha çok. Çiçekleri hiç umursamayan Koni’ye ,  kendisiyle yine hiç konuşmadan arkasını dönüp resmini çizecek olan Koni’ye… 
Hem kafasının dağılması hem de daha değişik çiçekler bulma umuduyla  yolunun istikametinden uzaklara açıldı o gün Zoi. Kimsenin pek fazla gitmek istemediği açılmadığı yerlerdi buralar.

Derken gözüne bir ağacın dibindeki  kahve renkli  tohuma benzer tanecikler ilişti Zoi’nin. Daha önce hiç görmemişti  bunları. Belki de yenilebilir diye avucuna aldı tohumları , ufak deri  kesesinin içine doldurdu. Koni’nin yanına vardığında heyecanla günü anlattı O’na. Bizonu nerde gördüklerini , nasıl tuzak kurmayı planladıklarını , nasıl uygulamaya koyduklarını , hepsini  tek tek anlattı. Koni tepkisiz dinliyordu. Anlatılanlar bitince “Ve ?” diye sordu… Ne demek istediğini anlamamıştı Zoi . Kafası karışık  baktı Koni’ye.
-“Ve sana sadece bu kalbi mi verdiler Zoi ? Demek yalnızca bu kadarlık çalıştın… ” diye çıkıştı Koni.
-“Ha evet , sadece bu kalbi verdiler ama önemli değil … Hey Koni baksana bi de yolda gelirken ne buldum !” diyerek cebindeki keseyi çıkardı heyecanla. Tohuma benzer  şeyleri avucuna alıp Koni’ye gösterdi. “Bunlar nedir ?” diye sordu Koni.
-“Bilmiyorum gelirken bir ağacın dibinde buldum  belki de yiyebiliriz onları ne dersin ?” diye sevinçle parladı gözleri Zoi’nin. Mağaranın  ortasında sürekli yanan odun ateşinin hemen yanında duran genişçe yassı bir taş vardı. Koni genelde yiyeceklerini o taş üzerinde hazırlardı. Zoi avucundaki taze kahve tohumlarını oraya döktü. Bir yandan da heyecanla Koni’ye onların yenilesi şeyler olabileceğini anlatmaya devam ediyordu.
Koni sinirlendi. “Beni hiç anlamıyorsun Zoi !” diye bağırdı.
- “Senden böyle saçma şeyler bulup gelmeni istemiyorum , senden çiçek de istemiyorum Zoi beni anladın mı ! Senden güçlü olmanı istiyorum , tıpkı diğer erkekler gibi , Zoi seninle gurur duymak istiyorum ! Tek istediğim bu …” diye devam etti hışımla.
 Eline aldığı bir taşla tohumları ezmeye başladı . Öfkesi bir türlü geçmiyordu.Bir yandan ağlıyor bir yandan da :
- “Benim için bu çekirdeklerin  değerini bilmek istiyor musun Zoi ? İşte al.. işte bu..İşte bak bu Zoi !” diyerek  elindeki taşla kahve renkli taze kahve  çekirdeklerini  ezmeye devam etti.Ta ki hepsi de toz halini alana kadar…

Zoi,sakince  izledi onu. Koni’nin gözlerinin içine baktı , kalbine kadar inmek istiyordu , ama gözlerini kaçıran Koni bu yolculuğunu yarım bıraktı…
-“ Gücün sadece büyük avlar yakalayarak kazanıldığına  inanmıyorum Koni. “ diye fısıldayabildi sadece.

Koni gözyaşlarını sildi duvarına gitti , büyük bir bizon resmi çizdi duvarına o gece ve  etrafında ellerindeki  oklarla onu öldürmeye çalışan güçlü adamlar…

Ertesi sabah uyandığında algıladığı ilk şey  büyüleyici bir  koku oldu Koni’nin. Daha önce hiç duymadığı türden bir koku. Bir çiçeğinki gibi değil , ya da bir etin pişirilme kokusu gibi değil… Çok daha büyüleyici bir koku…
Zoi uyandığında, ateşin yanındaki  taşın üzerinde, ezilmiş ve ateşin aleviyle  kavrulmuş  olan taze kahveden  gelen egzotik kokunun farkına varmış ve onlarla yeni bir şey denemek istemişti. Ağaçtan oydukları bardağın içine ezilmiş taze kahve çekirdeğinin tozunu   koydu. Ateşin üzerinde ısıttıkları suyu bardağın içine döktü. Kokunun daha yoğun bir şekilde bardaktan yükselen dumanla etrafa yayıldığını fark etti. Çekimser bir yudum aldığında daha önce hiçbir lezzetin benzeri olmayan o tad diline nüfuz etti. Bu koku ve damağına yayılan bu lezzet, harika bir şeydi. Suratındaki gülümsemeyle taze kahvesini içerken, gözlerini oğuşturarak yanına  gelen Koni’ye sevgiyle baktı. Kalkıp O’nun  elinden tuttu yanına oturttu. Bardağını O’na uzattı , kendisini  çekimser bakışlarla süzen Koni’nin dudaklarına o büyülü lezzeti yaklaştırdı. Ufak bir yudum almasını sağladı.Taze kahveyle o sabah ilk kez tanışan Koni ‘nin yüz hatları gevşedi . Elini uzatarak ikinci yudumu kendi isteğiyle içti Koni. Ve üçüncü yudum ve dördüncü…

Dünyanın ilk sabah kahvesi içiliyordu… tarihi anlardı… Birinciyi keyifle tüketince ikinci bardağı hazırladılar . Bu kez taze kahve tozunun miktarını  biraz daha fazla tuttu Zoi. O sırada Koni’yi ziyaret eden diğer kadınlar kokuya şahit oldular ve onlara da  ikram edildi taze kahveler. Herkes bu büyülü lezzete hayran kaldı . 

Zoi’nin bulduğu mucize çekirdekler dilden dile dolaşmaya başladı. Avcı erkeklerin hepsi de Zoi’yi tebrik etmek için mağarasına geldiler ve O’na çekirdekleri nerde bulduğunu sordular. Zoi onlara bunu söylemeyeceğini ama anlaşmaya varırlarsa onlar için temin edebileceğini açıkladı.Diğer avcı erkekler  uzlaşı gösterip, karşılığında fazlasıyla et vermek kaydıyla taze kahve çekirdeklerini değiş tokuş etme anlaşması  yaptılar.Dünyanın ilk kahve ticaretinin yapılışı da o anlara tekabül ediyordu işte. Koni olanlardan çok memnundu.Avcı erkeklerin karşısında oturan Zoi  onlarla pazarlık halindeyken gözüne koca bir gergedanı öldürmüş kadar güçlü göründü. Sonra o tartışma gecesi Zoi’nin söylediği şeyi anımsadı : -“ Gücün sadece büyük avlar yakalayarak kazanıldığına  inanmıyorum Koni. “ O’na hak verdi…
Herkes gittikten sonra, Koni   Zoi’nin göğsüne yaslanarak uyuyakaldı o gece,uzun bir aradan sonra   ilk defa …

Ertesi gün erken bir vakitte evden ayrılıp dönüşte de  bol miktarda taze  kahve çekirdeğiyle geldi  Zoi , çiçekleri de ihmal etmemişti her zamanki gibi … Koni gülümsemeyle karşıladı O’nu. Mutlulukla yemeklerini yediler.Taze kahvelerini içtiler. Koni  bu kez resminin başına geçmek için Zoi’nin uyumasını bekledi. Ateşin karşısında uyuyakalan Zoi koca bir bebek gibi sevimli geldi gözüne. O’na bakarken kızgın olduğu zamanlarda bile aslında O’nu hep sevmiş olduğunu fark etti. Zoi’nin  üstünü örttükten sonra resmini çizmek üzere yerinden kalktı …
Zoi , o sabah uyandığında Koni hala uyumaktaydı. Tam karşısındaki duvara çizilmiş olan resmi gördü. Üzerinde kapli bir şeylere benzeyen bir adam , bu Zoi… Yanındaki kadının da  saçlarına takılı ceylan boynuzundan bir toka… El ele tutuşmuşlardı ve kadının ellerinde çiçekler vardı.  Gülümsedi Zoi…
Ama kalkması gerekiyordu  artık  , ezilmesi gereken çok fazla taze  kahve çekirdeği vardı.

 Çünkü bir espresso kahve makinesinin hala icad edilmediği zamanlardı o zamanlar… 


Haftaya başka  bir hikayede görüşmek üzere dostlar   :)

21 Ocak 2014 Salı

Uyan...

Vega'nın Bademlisini  denediniz mi ?

Ben bayıldım valla...

Son günlerdeki en beğendiğim  slovlardan biridir hani bu parça...




Tüm uyuyanlar uyansın hepsii hepsiii uyansınn ! " pff ne çok uyumuşuz ... neden uyumuşuzz be! " deyip de uyansın...   :)   

Görüşürüz dostlar ! :)

20 Ocak 2014 Pazartesi

Mustafa Kutlu Hikayeleri...

 Geçtiğimiz hafta İzmir'deki ablamlara gittiğimde yeğenimin kütüphanesinde  gördüm Mustafa Kutlu kitaplarını... Daha önce de bir arkadaşımın  övgüyle tavsiye ettiğini  duymuştum.Hemen el koydum tabiki.Nereye el koyuyosun ? Yeğenim "kitapları" konusunda çok ketun bir hale gelmiş. Daha önce bir çok yere ödünç verdiği kitapları geri alamadığından başlayıp  hayat pahalılığından çıktı, derken epey bi ağladı ve kitaplarını hiç bir yere ödünç veremeyeceğini filan açıkladı en sonunda. Neyse olgun bir teyze olduğum için sineye çektim ve de "o zaman hepsini burda okurum!"dedim. 2.5 tanesini orda bitirdim.Sır'ı kaçırıp evde tamamladım. Onlarda kaldığım süre içinde , çoğu zaman elimde Mustafa Kutlu kitapları bir köşede okur vaziyetteydim. Ara sıra da konuşmalarına ve tartışmalara katılıp çay içip kurabiye yedim. Bence ideal bir misafir profili... 

Mustafa Kutlu , hikayelerinde çok sade bir dili tercih ediyor. Cümle yapıları oldukça kısa ve bu okumayı kolaylaştırıyor. İçerik olarak da memleketimizden ve kültürümüzün derinliklerinden  manzaralar , figürler... 

Sanıyorum daha fazla da hikaye kitabı mevcut ama ben henüz bu 3 tanesini okuyabildim... Ha unutmadan şu Kenan İmirzalıoğlu'nun oynadığı uzun metraj  sinema filmi var ya "Uzun Hikaye". O'nun da Mustafa Kutlu hikayelerinden biri olduğunu biliyor muydunuz ? Ben yeni öğrendim :) Kitabını da filmini de tavsiye ediyorum , sıcacık bir hikaye... 
Mustafa Kutlu böyle dostlar ... 

Hepinize iyi haftalar olsun bakim ! :)

18 Ocak 2014 Cumartesi

Teşekkürler Photo Su ! :)


Yeni blog başlığımı  fark ettiniz miii ? 

Tabiki yaptınız onu ! :))

 Değerli dostum Kelebekçim (aynı zamanda Photo Su)  geçtiğimiz günlerde benim için yaptı onu ve alttaki iki taneyi de  çok sağolsun. Hatta ikinci defa söylememe dahi fırsat vermeden onca işinin arasında ilk sıraya koyarak :) 

Çok teşekkürler sevgili Kelebek ! :) 

Sanal alem , hep mutluluk getiriyor bana elhamdülillah  böyle dostlar sayesinde...
Şimdi nasıl demem ki " sanaldan babam çıksa yerimm benn !" diye ?

Abartıyorsunuz Bilge hanımcığım  diyenlere de "evet öyle yapıyorum" diyeceğim efendimm :)) Seviyorum abartmayı böyleyim napiimm  :))) 

Neyse , o istediği kadar amatör olduğunu söylesin bana kalırsa profesyonel bir fotoğrafçı sevgili Photo Su ve çekimlerine bayılıyorum gerçekten. Günün birinde fotoğraflarımı çekecek ve isim atraksiyonunu benim için icra edecek inşaallahh , hayallerim böyle  :))

İsim atraksiyonu da mı ne ?
E şurdan bakın bakalım neymiş :)






Teşekkürler Photo Su ! Teşekkürler blog dünyası ve teşekkürler cümle alem ! :)


15 Ocak 2014 Çarşamba

Kahve Hikayelerim #3

Ve kahve hikayelerimin 3. sünü post ediyorum sevgili dostlar ! 
Kendi yazdığım bu hikayelerin sunum metinlerinde ne kadar hanımefendi oluyorum fark ettiniz mi ? 
Çünkü size daha önce de söylediğim gibi benim için  ciddi mesele yazmak hadisesi , sululuk götürmez. 
Neyse yine de 5 saniyeyi aşan ciddiyet beni bozar diyerek sizi hikayemle baş başa bırakıyorum. 

Bakalım bu haftakini beğenecek misiniz :)

Çıngıraklı kapıyı açtıktan sonra bir iki adım daha atıp her zaman yaptığı gibi durakladı . Gıcırdayan ahşap zeminin en yıpranmış tahtalarından biri  sağ ayağının altındaydı yine. Selim,  bu dükkana her girişinde tam o noktada durur sonra da  birkaç saniye gözlerini kapatıp etrafı kalp gözüyle seyretmeye bayılırdı . Bu dükkana her girişinde kulaklarında hep  aynı tını , ta uzak doğudan , Asya’dan bir şeyler… Ve kafasının içini güzelleştiren o eşsiz koku. Birbirinden ilginç ve birbirinden gizemli  baharatların , otların , bitki çaylarının  ve hepsinden önemlisi kahvelerin büyülü kokularıyla  ilk girişte bile  terapi sağlayan bir yanı  vardı bu dükkanın. “Evet..” diye fısıldadı o gün yine Selim… “Evet işte bu…”

Gözlerini açtığında Halim usta’nın  tezgahın ilerisinde bir müşteriyle ilgilendiğini gördü.Her  geldiğinde  kahvelerini  içtikleri, tabure üzerine bakır siniden mütevellid  şark köşesine yöneldi sessizce .
İstanbul’a gelişi  bir seneyi   buluyordu Selim’in.Devlet kurumlarından birine memur olarak atanması vesile olmuştu bu şehre  gelmesine. Henüz 20li yaşlarda hayatın başındaydı  ama diğer yaşıtlarından çok farklı bir yapısı vardı O’nun. Yaşamın diğer yaşıtları gibi çözümlenmişcesine  “yaşa gitsin” mantığıyla heba edilmesi fikrine alışamamıştı bir türlü. O’na göre keşfedilmesi gereken bir sürü güzel şey vardı ve her insan “kaşif” olduğu ölçüde mutlu olabilirdi ancak.  

Rastgele bir Pazar gezintisinde keşfetmişti bu dükkanı da. Tam önünden geçerken evde biten Türk kahvesi aklına gelmiş ve almak üzere içeri girdiğinde Halim usta’yla başlattıkları “kahve” üzerine hoş bir söyleşi sonucu oracıkta başlayıvermişti  dostlukları.

Göz ucuyla süzdüğü müşteriyi ilk kez görüyordu bu dükkanda Selim. Keskin hatları olan iyi giyimli orta yaşlarda bir bayandı. Elindeki kağıtta yazılı şeyleri soruyordu Halim usta’ya. O da var ya da yok durumuna bakıyordu. Kesin televizyonlardan birinde  duyduğu “sağlıklı alternatif yaşam “reçetelerinden birinin listesini kaydetmiş  ,şimdi de   onları tedarik  için soluğu bu dükkanda almıştır”  diye tahmin yürüttü Selim. “Giyimi ve duruşu bu dükkana bir daha uğramayacağını haber veriyor “diye geçirdi içinden sonra. Kadın, etrafı tedirgin bakışlarla süzüyor , alacak olduğu malzemelerin saklandığı koşulları sıkı sıkıya soruyor ,hijyen konusunu şansa bırakmak istemiyordu. Şimdi bu kadın , salaş ,  Meksika pançosuna benzer şeyler giymiş çılgın bir gezgin olsaydı muhtemelen bu dükkanın atmosferi O’nu da içine çekip etkisi altına alacaktı… diye düşündü.”Ve  bu tipte biri  taze bir mırra kahvesinin tadını hiç bilmiyordur eminim “diye iç geçirdi sonra.  
Kafasında bu düşünceler gezinirken açılan kapının çıngırağıyla kendine gelen Selim  “saçmalıyorum” diye mırıldanarak kravatını gevşetti , arkasına yaslandı.Çoğunlukla o köşede Halim usta’yı bu şekilde etrafı süzerek beklerdi.Dükkanın en sevdiği  bölümü olan “Türk kahvesi”http://www.e-gurme.com/kahve/taze-turk-kahvesi/ standına bitişik şark köşesinde  huzuru yudumlarken … Sanki ilk kez geliyormuşcasına tahta raflara , cam fanuslara , birbirinden farklı onlarca bitki ve kahve çeşidine dalar giderdi gözleri. Bu dükkanın iç manzarası bir yağlı boya tablosu yapılmak istenseydi çok fazla çeşitte renk gerekirdi diye düşündü. Kırmızı ,yeşil ve sarının birbirinden göz alıcı tonları ,kahverengi ve mürdümün keskinlik kattığı detaylarla daha da egzotik hale geliyordu bu tablo.

Bu arada  Halim usta da  diğer müşterisini  gönderip Selim'in yanına gelmişti bile. “Bugün de mesaiyi tamamladın he Selim” diyerek elini Selim’in dizine vurdu muhabbetle. Selim, evinden çok uzaklardaki bu  İstanbul diyarında  Halim usta’nın sohbetine çok alışmıştı.Bazen düşünüyordu , bu dükkan mı yoksa Halim usta mı ? Hangisi yüzünden müdavim olmuştu bu ufacık mekana ? Sanırım her şey birbirini tamamlıyordu.  Yetmişli yaşlardaki bu sevimli ihtiyar ,  yanaklarına doğru kavisli  şekil verilmiş beyaz bıyıkları , gülerken istemsiz hoplattığı koca göbeği  ,gerek yaşamın içinden gerek okuduğu kitaplardan anlattığı birbirinden ilginç hikayeleri ve  coşku dolu kahkahalarıyla Selim için müthiş bir terapistti. Ayrıca Halim usta’nın bir diğer özelliğiyse  her muhabbetlerinde Selim’in  ruh haline göre bir kahve çeşidiyle mukabele edişiydi . Mesela neşeli bir ruh hali görürse ona Damla Sakızlı Türk kahvesi  pişirip ,keyiflerine keyif katacağını söylerdi.Selim, bitkin ya da moralsiz hissederse kaküleli Türk kahvesiyle kendini daha iyi hissedeceğini telkin ederdi.  Geçenlerde  iş arkadaşlarıyla yaşadığı ufak polemik sonrası biraz sinirli bir halde dükkana kendisini atan Selim’e “Bu iş mırrasız çözülmez” deyip bu sert kahveyi ikram etmiş ve müşterisinin kalbini o gün yeniden fethetmişti Halim Usta. Belki de bu yüzden “usta”ydı. Çünkü o bir kahve satıcısından çok daha fazlasıydı…
-Tamamladık  ustacım…diye yanıtladı Selim.  

-Ee sanki sende “kaküleli kahve”lik bir ruh hali var , yanılıyor muyum ? diye sordu Halim usta.
Kafasını hafif eğerek Selim’in kaçırdığı bakışlarını yakalamak istercesine gözlerinin içine baktı.Selim tebessüm etti.

-Bilmiyorum ustacım… Yani aslında her şey yolunda. Her şey ailemin istediği gibi işte , düzenli bir işim var , gelip gidiyorum filan... Duraksadı Selim, devamını getiremedi. Türk kahvesi  standındaki çeşitlerin renk tonlamalarına daldı. Kimisi siyaha yakın bir koyulukta , kimisi daha açık , kimisi nerdeyse taba renge yakın…

-Memur olmanı yalnızca  ailen mi istedi  ? diye sordu Halim usta.

-Yani evet …onlara göre ve çoğu insana göre bu devirde hayatını kurtarmak yalnızca bir devlet dairesine kapağı atmaktan geçiyor. Ben şu anki yaptığım işle çok alakasız dört yıllık bir fakülteyi bitirdim ama ülke şartları yüzünden ve ailemin garantici tavrı yüzünden memurluk yapabiliyorum sadece. Hayatımı kazanmak için robot gibi her gün yapmam gereken şeyler benden çok  önce tespit edilmiş durumda. Ve düşünsene önümde bu şekilde bitip gidecek nice uzun yıllar var kimbilir. Bunu düşündükçe boğulacak gibi oluyorum. Bazen bu  hayatta daha büyük bir ceza alamazdım herhalde diye düşünüyorum. Abartıyor muyum ?
-En az mırra kahvelik kadar … diye cevapladı Halim usta gülümseyerek.Arkaya yaslanıp rengi bordoya çalan iş önlüğünün kuşaklarını çözdü.

-Diğer yaşıtlarına göre çok farklı bir yapıdasın sen… diye devam etti.Bu kadar ince düşünmesen be oğlum, senin yaşındakiler seninki gibi bir devlet dairesine kapağı atsalar , parayı nerde har vurup harman savursak diye bakarlar ama senin şu düşündüğün şeylere bak…
Karşılıklı gülümsediler.

-Peki bugünün  Türk kahvesi hangisidir ? diye sordu Selim merakla.

-Sanırım Kaküleli’ de ısrar edeceğim. diye cevapladı Halim usta.

-Hayır diyemeyeceğim o halde… diyerek  gülümsedi Selim. Ama bir şartla ! diye ekledi.
Halim usta tam kahveleri pişirmek için yerinden kalkmak üzereydi ki durdu Selim’e baktı.
-Şart mı ? Neymiş ?
-Bugün kahveleri ben pişireceğim usta. Bakalım ben de seni fethedebilecek miyim ?
Gülüştüler. Razı oldu Halim usta ve çıkardığı önlüğü Selim’e uzatırken söylendi:
-Al yine de al , şunu geçir üstüne de beyaz gömleğinle kravatına zeval gelmesin kahvemizden …

Bi süre sonra Selim elinde mis gibi kokan Kakuleli  kahvelerle içeri girdi , Halim usta ve Selim keyifle kahvelerini içtiler değişen şeylerden bahsederken. Değişen zamandan , değişen insanlardan , değişen mekanlardan …

Mevsimler değişti ,yılların  tarihini  gösteren rakamların son haneleri değişti… Selim ve Halim ustanın Türk kahvesi saatleri hiç değişmedi.

Derken bir gün Halim usta Selim’ e dükkanı bir süre kapatması gerektiğini çünkü bir tedaviye başlamak üzere hastaneye yatması gerektiğini anlattı. Kanserdi. Bir süre önce söylemişti Selim’e. Çok üzülmüştü Selim ama yine de Halim usta’yı hep coşkuyla kahkahalar  atarken gördüğü için bu hastalık yokmuş gibi davranıyorlardı ikisi de.Ancak hastalık artık kendisi için özel mesai istiyordu ve yeterdi Halim usta’yı Selim’le paylaştığı...

Günler geçiyordu...Selim , dükkanın önünden geçerken ufak yeşil ahşap kapının üstüne çekili demir parmaklıkları keyifsizce süzüyordu her seferinde. Kendi dilinden anlamayan iş arkadaşları , çoğunlukla borsa , para piyasaları ya da kızlardan mütevellid boş ve anlamsız muhabbetleri… Kendini iyice yalnız hisseder olmuştu Selim. Çok nadir de olsa ara sıra hastanede ziyaret ettiği Halim usta ve okuduğu kitaplar olmasa hiç nefes alamayacaktı belki…

Günlerden bir gün yine O’nu hastaneye ziyarete gitmişti. Oldukça kilo kaybetmiş olan Halim usta beyaz çarşafların içinde yatarken Selim’i görünce gülümsedi keyifle.Selim ellerini tuttu Halim usta’nın, yatağın kenarına ilişirken. “İyi gördüm seni..” dedi yaşlı adama gülümseyerek. Halim usta, ekşitti suratını , gözünü hastane penceresinin ardındaki mavi gökyüzüne döndürürken ağır ağır konuşmaya başladı :
-Bizim bu saatten sonra iyiliğimiz belli işte evlat . Günlerdir Damla sakızlı bir  Türk kahvesine de hasret kaldık bu vicdansızların elinde. Hem… dedi. Duraksadı, gözleri buğulandı.

-Hem ? diye sordu Selim , güçlü olmaya çalışan bir ses tonuyla.

Gözlerini  pencereden alıp Selim’e döndürdü yaşlı adam:
-Hem  dükkana da günlerdir  “kapalı” levhası asılı. Sanırım o dükkan artık tümden kapanacak. Koca çınar sayılır, ne hikayeler geçti içinde , ne kahveler içildi… Gözleri yeniden buğulandı yaşlı adamın.

Selim Halim usta’nın  ellerini çarşafın altına koyarken :
-Sana kaçamak bir Damla sakızlı  Türk kahvesi ayarlayabilirim,karşılıklı keyifle içeriz burda kimse görmeden…  dedi.
-Sahi mi be ? diye sevinçle sordu Halim usta.
-Sahi … diye cevapladı Selim… Ama bir şartla !
Uzun uzun anlattı şartını sonra…

Kepenkler açılmış , bizim sevimli dükkanın çehresi yenilenmiş ama özünden bir şey kaybetmeden yenilenmeyi başarabilmişti. İşte yine o yeşil ahşap kapı ve kapısında yine o tatlı çıngırak sesi. Girip çıkan müşterileri  de  daha bir artmış gibiydi sanki. Hatta zeminin taban döşemesi bile ilk etapta değiştirilmemiş , işçiler tarafından girişteki yerinden  oynamış  tahta bölüm kendisine hatırlatılınca “hayır oranın tamir edilmesini bir süre daha ertelemek istiyorum” diyerek  değiştirilmesine  engel olmuştu yeni sahibi. Evet dükkanı memurluktan istifa eden Selim devralmıştı.Uzun görüşmeler sonucu ailesini buna ikna etmiş ve oğullarının memurlukta mutlu olamadığını gören ailesi de çaresiz bu işe razı olmak zorunda kalmıştı. Ama bu habere en çok sevinen Halim usta olmuştu şüphesiz. O gün hastanede Selim’i heyecanla dinlemiş ve paraya çok da ihtiyacı olmayan yaşlı adam sembolik bir rakamla dükkanı Selim’e devredivermişti. Yıllarca emek verdiği mekan , yine onun değerini anlamış bir yürek tarafından korunup gözetilecekti.

Selim dükkanın kendine has dokusunu hiç bozmadan kahvelerin içildiği kısmı daha da genişletip birkaç masa daha ekledi ve dükkana kafe özelliğini de ekledi. Bunu hayata geçirmesi için kullanabileceği oldukça fazla ölü alan vardı çünkü ve kullandı Selim. İşleri daha da ilerletmek istiyordu ama daha fazla para ya da daha fazla itibar için değil… Daha fazla “keşif” için istiyordu Selim gelişmeyi , daha fazla keşfedilesi yürekle tanışmak için belki…

O sabah cam fanusların kapaklarını silerken kapı çıngırağının sesiyle  başını kaldırdı Selim.Salaş  Meksika pançosuna benzer bir şeyler giymişti kapıda duran genç kız. Yerinden oynamış olan tahtaya basınca önce yer zeminini sonra tüm dükkanı süzdü.İlk defa geldiği bu dükkan onu birdenbire  bambaşka bir aleme ışınlamıştı sanki. Gözlerini kapadı. Uzak doğu’dan bir saz sesi aktı kulaklarına. Birkaç saniye sonra  açtığında Selim’le buluştu gözleri. Genç adamın kendisine gülümsediğini görünce aynısıyla karşılık verdi.

“İşte bi başka kaşif ruh…” diye geçirdi içinden Selim.
Tezgahın yanına yaklaşıp sordu genç kız :
-Mırra kahve bulunur mu sizde ? 



 Sevgiler olsun dostlar , haftaya yeni hikayede buluşmak üzere :)